FOX MENU

20 Eylül 2010 Pazartesi

Karşı-Kültürel Duruşlar*

Jean Dubuffet
Çeviren: Çağdaş Acar


Öyle sanıyorum ki, şu anda, yaşadığımız çağda, sadece sanat türlerinde değil, diğer birçok alanda da, çoğu insanın düşünüşünde önemli bir değişim olmakta.

Öyle geliyor ki, uzun zamandır doğruluğu su götürmeyen, tartışılmaya gerek bile duyulmayan birçok belli başlı değer yargısından insanlar bugün şüphe duymakta, hatta çoğu insan bu değer yargılarını çoktan geçersiz saydı. Öte yandan, eskiden göz ardı edilen, küçümsenen, adı dahi duyulmamış değer yargıları kıymete binmeye başladı gibi.

İnsancıllık denilen ve Yeniden Doğuş’tan beri yaşayış biçimimizin temelini oluşturan düşünüşün tamamen tasfiyesi şu anda başladı bile ya da en azından çok yakında başlayacak gibi görünüyor.

İlkel olarak adlandırılan insanların düşünüşü üzerine edindiğimiz bilginin gittikçe artması, son elli yıldır sözünü ettiğimiz değişime büyük ölçüde katkıda bulundu. Dahası, bu toplumların ürettiği yapıtlarla tanışmak batılı toplumlarda şaşkınlığa ve bu ilkel görülen toplumlara yönelen ilgiye neden oldu.

Kanımca artık çoğu insan Batı’nın, vahşi yaşamı benimsemiş insanlardan öğrenecek çok şeyi olduğunu düşünmeye başladı. Birçok durumda vahşilerin sorunlara getirdiği çözümler ve çözümleri uygulamaya koyuş biçimleri bize kaba gelse de gerçekte bunlar bizimkilerden daha akıllıca olabilir. Belki de yontulmamış olan bizim davranışlarımızdır. Hatta denebilir ki arılık, beynin düzgün çalışması ve derin düşünüş de onlardadır.

Şahsen ben yabaniliğin değer yargılarına inanıyorum. Yabanilikten kastım içgüdü, tutku, duygudurumu ve delilik.

Öte yandan Batılıların bu yabani duygulardan yoksun olduğunu da söylüyor değilim.

Buna rağmen, içinde bulunduğumuz kültürün benimsemiş olduğu değerlerin Batılılık fikriyle birebir örtüştüğünü de sanmıyorum – Batı’nın kendine biçtiği yaşayış biçimi, artık kendisinin bile üzerine oturmayan bir ceket gibi. Bu kültür, sokakta konuşulan dil ile artık hiçbir ilişiği kalmamış ölü bir dil gibi. Gitgide günlük yaşamdan da uzaklaşıyor. Bir yüksek sınıf kültürü olarak dar ve ömrünün sonuna gelmiş bir çevrenin içinde hapsolmuş – artık gerçek ve canlı kökleri yok.

Ben gündelik yaşamla iç içe, gündelik yaşamı başlangıç noktası alıp gerçek yaşam ve gerçek duyguların doğrudan ve samimi ifadesi olacak bir sanat amaçlıyorum.

Şimdi Batı kültürüyle hemfikir olmadığım birkaç konuyu sıralayacağım.

1

Batı kültürünün temel özelliklerinden biri, insanın yaşayan diğer canlı varlıklardan farklı olduğu inancı. Geleneklerin gözünde insan rüzgâr, ağaçlar ya da nehirlerle bir tutulamaz, hatta onlarla karşılaştırılamaz bile – gülmece veya şiirde sanat amacı dışında tabii. Batılı insan ağacı ve nehri yok yere hor görür.

Buna karşın, ilkel denilen insan ağacı ve nehri sever, hatta tapar ona. Onlar gibi olabilmeye can atar.

İlkel insan, insanın olgunlaşmasının, içlerindeki ağaca ve nehire benzer yanları geliştirip ağaç-üstü, nehir-üstü şeylere dönüşmesi olduğuna inanır.

Ağaçla ve nehirle kendisi arasında tam anlamıyla bir benzerlik olduğuna inanır. Hisleri ona her daim her şeyin sürüp gittiğini, özellikle de insan ile dünyanın geri kalanı arasında durumun böyle olduğunu söyler. Bu ilkel toplumların dünyadaki her canlıya Batılı insandan daha fazla saygı duyduğu su götürmez, onlara göre insan hiç de dünyanın tek sahibi değildir, olsa olsa sahiplerinden biridir.

2

Batı kültüründe bir türlü kabullenemediğim bir başka şey ise şu: Batılı insan düşündüğü şeylerin aynen düşündüğü şekilde dışarıda bir yerde var olduğuna inanır. Dünyasının sınırlarıyla algısının sınırlarının bir olduğuna kendini inandırmıştır. Usu, özellikle de mantığı, ona göre tamamen sağlam temeller üzerine oturtulmuştur.

Ama ilkel adamın ne acizlikten, ustan, mantıktan haberi vardı ne de öteki düşünüş biçimlerine inanırdı, bu yüzden de bizim sanrı yahut delilik dediğimiz şeylere değer verir, hayranlık duyarlardı. Bence de sanat delilik ve doğru yoldan sapma ile ilişkilidir..

Sanırım bu eğilimim ilkel dediğimiz toplumların da genel özelliklerinden.

3

Bahsetmek istediğim üçüncü konu ise, Batı toplumlarının yüksek fikirler diyebileceğimiz düşünüşlere duyduğu saygıdır. Yüksek fikirlerini insan kurgulayışının en üst noktası olarak görüyor değilim. Benim düşünceme göre fikirler daha çok zihnin işleyişindeki çürümüş basamağa benzer, zihnin işleyişinin sıfıra indiği, pıhtılaşıp yaranın kabuklaşması gibi.

Düşünceler suyun içinde şeytani us ile mantığın çatışması nedeniyle sıkışmış buhara benzer.

Zihinsel işleyişin en kayda değer tarafı düşüncelerin şekillendiği, meydana çıktığı an değil bana göre, bu ortaya çıkış çok da ilgilendirmiyor beni. Ben daha çok karmaşık bir düşünce şekillenmeden önce onun tam da gelişme aşamasındaki anını yakalamakla ilgileniyorum.

Batının bütün sanatı, edebiyatı, felsefesi karmaşık düşüncelerin ortaya çıkmasına dayanır. Benim sanatım, benim felsefemse daha temeldeki aşamalara dayanıyor tamamen. Daima zihinde olan süreçleri, özün daha zengin olduğuna inandığım başlangıç noktalarındaki aşamalarda yakalamaya çalıştım.

4

Dördüncüsü: Batı toplumu çözümlemeye pek düşkündür. Ben çözümlemelerden çok hazzetmem ve zaten güvenmem de çözümlemelere. Her şeyin sökümlenerek, inceden inceye incelenerek ve her parçasının üzerinde ayrı ayrı çalışılarak anlaşılabileceği düşünülür.

Ben bambaşka düşünüyorum oysa. Şeyleri daima yeniden dizmenin karşıtı bir görüşteyim. Bir nesne sadece iki parçaya bölünmüş bile olsa, benim çalışma alanımın dışına çıkmıştır artık. Beni konuya yakınlaştırmaz, aksine gittikçe uzaklaştırır.

İnanıyorum ki parçaların toplamı bütüne eşit değildir.

İçgüdülerim bana bir şeyi tüm içeriğiyle görmek istediğimde çevresiyle bir bütün halinde görmem gerektiğini söylüyor. Masanın üzerindeki bu bardağı kavrayacaksam doğrudan bardağa bakamam yalnız, odanın ortasına, görüş alanımın içine mümkün olduğunca çok şey alarak bakmaya çalışırım.

Kırsalda bir ağaç varsa, mikroskopta incelemek için laboratuarıma getirmem onu. Yaprakları arasından süzülen rüzgârın da gerekli olduğunu düşünürüm, ağaç hakkında bilgiye sahip olabilmek için; ikisini birbirinden ayıramam; aynı zamanda dallarındaki kuşları, hatta bu kuşların şakımasını da ayıramam. Benim aklımın yattığı şey, ağacı çevresindekilerle bir tutmaktır.

Uzun zamandır bu görüşteyim, bu düşünüş şeklinin de sanatımın önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum.

5

Beşinci olarak, bizim kültürümüz dile, özellikle de yazı diline olan güvene ve dilin düşünceyi dönüştürmesi ve geliştirmesine olan inanca dayanır. Bu düşünce bana yanlış yorumlamadan doğmuş gibi geliyor. Bana öyle geliyor ki dil, kabaca, çok temel bir stenografidir (imyazım), düşünceye katkıda bulunmak yerine ona zarar veren cebirsel (kümel) işaretler sistemidir. Konuşma daha somuttur, sesin tınısıyla, vurgusuyla, öksürmek, hatta somurtmak, yahut birinin ifadesini taklit etmekle hayat bulur ve bana göre daha etkindir. Yazı diliyse bence kötü bir araçtır. Bir ifade aracı olarak tek yaptığı yangından arta kalanlar gibi düşüncenin ölü kalıntılarını aktarmaktır. Düşünceyi geliştirme aracı olarak ise aşırı yükleme yapar ve düşünceyi tahrif eder.

İnanıyorum ki -bu konuda ilkel denilen uygarlıklarla hemfikirim- resim, yazılı sözcüklerden daha somut, ifade ve düşüncenin geliştirilmesinde yazılı sözcüklerden daha verimli bir araçtır.

Dilin garip yanı ciddi düşüncelere dönüşmesinde değil bu dönüşümün öncesindedir.

Benim resim sanatım, düşüncenin bu alanları için hazırlanmış geçici bir dil olarak görülebilir.

6

Gelelim Batı kültürünce benimsenmiş güzellik anlayışını irdeleyen altıncı ve son meseleye.

Öncelikle benim görüşümün genel görüşten ayrıldığı noktalar üzerinde konuşalım.

Genel görüşe göre güzel nesne-çirkin nesne, güzel insan-çirkin insan, güzel mekân-çirkin mekânlar vardır ve bu böyle uzayıp gider.

Bana göre değil. Bence güzelliğin varolduğu bir alan yoktur. Güzellik denen kavram tamamen yanlıştır. Çirkin insanlar, çirkin nesneler diye bir şeyin olduğu görüşüne kesinlikle katılmıyorum. Bu düşünüş boğucu ve tiksinti verici bana göre.

Sanırım, kimi nesnelerin diğerlerinden daha güzel olduğu düşüncesini icat edenler Eski Yunanlardı.

Vahşi denilen insanlar bu anlayışa hiç de katılmıyor ve onlara güzellikten bahsettiğinizde bundan bir şey anlamıyorlar.

Bu yüzden onlara vahşi deniliyor. Batılı insan güzel şey ve çirkin şey diye bir şeyin varolduğuna inanmayan ve bu konuyu hiç de önemsemeyenlere vahşi diyor.

Ne gariptir ki, yüzyıllardır Batılı insanlar gitgide artarak hangi şeylerin güzel hangi şeylerin çirkin olduğunu tartışıyor. Hepsi de güzelliğin varlığını hiçbir şüphe duymaksızın kabul etmiş, ama arasanız hangi nesnelerin güzel olduğu konusunda anlaşmaya varmış iki insan bulamazsınız. Ve bu da yüzyıldan yüzyıla değişir. Her bir yüzyılda Batı kültürü bir önceki yüzyılda çirkin dediği şeyin güzel olduğunu iddia eder.

Bunun bahanesi güzelliğin varolduğudur, ama bu da çoğu insanın göremediği bir şeydir. Güzelliği kavramak özel bir muhakeme gerektirir. Çoğu insanda da bu muhakeme yetisi yoktur.

Bu muhakeme yetisinin çalışmayla geliştirilebileceğini, hatta bu yetiyle doğmamış olanlarda bunun ortaya çıkabileceğini düşünmek de mümkün. Bunun okulu bile var.

Bu okulların öğretmenleri öğrencilerine, şeylerde güzelliğin şüphesiz var olduğunu öğretiyor. Oysa ki insanların güzelliğin neyde olduğu konusunda anlaşmaya varmadığını, hatta bu konuda kesin yargılara hiç varamadığını da eklemeli. Zamanı geldiğinde öğrencilerine bu sorunu irdelemelerini öğütlüyor ve böylece tartışma nesilden nesile sürüp gidiyor.

Ancak bu güzellik fikri kültürümüzde en çok takdir ettiği şeylerden biridir ve güzelliğe olan bu inancı ve güzelliğe duyulan saygıyı Batı uygarlığının nihai gerekçesi saymak alışılmış bir durumdur. Uygarlığın özünde yatan bizzat bu güzellik fikriyle ilintilidir.

Bu güzellik kavramını zayıf ve pek de dahice olmayan uydurma bir kavram olarak görüyorum ve insanlık için pek iç açıcı bulmuyorum. Sırf etli butlular ya da fazlasıyla yaşlılar diye insanların güzellikten yoksun olduğunu düşünmek üzücü. Hatta yaşadığımız dünyanın yüzde doksanı çirkin şeylerden, çirkin yerlerden oluşurken güzellik bahşedilmiş şeylerin ve yerlerin zor bulunur şeyler olduğu fikri de bana pek heyecan verici gelmiyor. Öyle geliyor ki, Batı kültürü bu fikrin yokluğunda da fazla bir kayıp vermeyecektir. Öte yandan, olur da bir gün çirkin nesne, çirkin insan olmadığını, güzellik diye bir şeyin var olamadığı; herhangi bir nesnenin büyüleyici ve parıltılı bir hale gelebileceğini anlarsa sonunda, büyük mesafe katetmiş olacak. Bence böylesi bir düşünce güzellik kavramından daha çok şey katacaktır hayata.

Peki bunun sanatla ilgisi ne? Yunanlardan beri sanatın işinin güzel çizgiler, hoş renk uyumları yaratmak olduğu düşünülüyor. Bu düşünce ortadan kaldırılacak olsa, ne olur sanatın hali, ne olur?

Söyleyeyim. Sanat, bu sayede şekiller yaratmak ve bu renklerin göz zevki dediğimiz şeye hoş gelecek renk uyumları yaratmaktan çok daha önemli olan asıl işlevine kavuşur.

Bu hoş bir uyumunu yakalama işlevini çok da yüce bulmuyorum. Eğer resim sanatı yalnızca buysa ömrümden bir saati bile bu işe harcamak yersiz.

Sanat göze değil, akla yöneliktir. İlkel insanlarca her zaman böyle görülmüştür, bu görüşlerinde de haklıdırlar. Sanat bir dildir, bilginin ve ifadenin bir aracıdır.

Daha önce de sözünü ettiğim, sözcüklerin diline duyulan tutku kültürümüzün resim sanatını kaba, ilkel hatta ancak okuma bilmeyen insanlara hitap edecek rezil bir dil olarak görmeye başlamasının nedenidir. Buradan da gelenekler, sanatın ussallaştırılması adına plastik güzellik diye bana göre hilekârlıktan başka bir şey olmayan bir şey icat etmiştir.

Tekrar ediyorum, resim sanatı, benim fikrime göre, sözcüklerden daha zengin bir dildir. Bu yüzden de onu sanat içinde ussallaştırma çabası yersizdir.

Resim sanatı, vasıtasız, aynı zamanda da daha çok anlamla yüklü bir dildir. İmler aracılığıyla işler ve kullandığı imler sözcükler gibi soyut ve maddi varlığı olmayan şeyler değildir. Resimlerdeki imler nesnelerin kendisine daha yakın durur. Dahası, resim sanatı kendileri canlı birer varlık olan maddeyi işler. Bu yüzden resim sanatı insanı şeylere yaklaştırmakta ve üzerlerinde sihirbazlık yapma konusunda sözcüklerin yaptığından daha ileriye götürebilir.

Resim sanatı, aynı zamanda -ki bu çok önemli- tek başına durmayan, çevresindekilerle bağlantısı bulunan şeyler üzerinde sihirbazlık yapabilir, aynı anda birçok şey üzerinde.

Buna ek olarak, resim sanatı sözcüklerin dilinden çok daha vasıtasız ve doğrudandır, ağlamaya ve dans etmeye daha yakındır. Bu yüzden de içimizdekileri sözlerden daha iyi ifade etmeye yarar.

Demin de dediğim gibi, resim sanatı, insanın, derinlerdeki aşamalar da dahil düşüncelerin çeşitli aşamalarını, zihinsel süreçlerin temelindeki aşamaları bir çok şeyden, özellikle de sözcüklerden daha iyi dile getirmesini sağlar.

Resim sanatı, sözcüklerin diline göre iki kat daha yararlıdır. İlk olarak, nesneler üzerinde daha kolay oynama yapabilir ve onlara daha çok yaklaşabilir. İkinci olarak ise, ressamın zihninin içsel dansına dışarı çıkması için daha büyük bir kapı sunar. Resim sanatının bu iki özelliği onu düşüncenin sıra dışı bir aracı yapar. Ya da isterseniz geleceği görmek için bir araç, geleceği görüşü dışlaştırmanın ve ressamla birlikte görmeyi sağlamanın bir aracı olabilir.

Resim sanatı dünyayı muhteşem buluşlarla aydınlatabilir, insanı yeni efsaneler ve gizemlerle donatabilir ve henüz kavranmamış değerleri, sonsuz sayıda daha önce şüphe edilmemiş şeyleri açığa çıkartabilir.

İşte burada, sanatçılar için gözlere hitap eden şekiller ve renkler topluluğu yaratmaktan daha önemli bir iş durmakta.




* Jean Dubuffet’nin 1951’de 20 Aralık Perşembe günü “Arts Club of Chicago"da verdiği konferans. Bu makale Jonas Mekas’nın yardımlarıyla yayımlanmıştır..

http://www.logosjournal.com/issue_5.2/dubuffet.htm

Digg Google Bookmarks reddit Mixx StumbleUpon Technorati Yahoo! Buzz DesignFloat Delicious BlinkList Furl

0 yorum: on "Karşı-Kültürel Duruşlar*"

Yorum Gönder